KART PALYAÇO

            Kalabalık bir akşamüzeri, büyük parkta insanlar geziyorlardı. Koca bir haftanın yorgunluğunu üzerlerinden atmak isteyen, genç evliler, çocuklar, yaşlılar, sevgililer, küçüklü büyüklü guruplar halinde dolaşıyorlardı. Güneş, ufka iyice yaklaşmış, insanlar, kendileri tüm bir gün sıcağa boğan güneşlerinin meydanı sınırlayan ağaçların ardından batışını izlemekteydiler. Bütün gün kendilerine sıcaklığıyla eziyet eden güneşten almaya çalıştıkları gizli bir intikamın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Yerleri parke taşlarıyla döşeli alanın ortasındaki fiskiyeli havuza dönük banklarda oturanlar adeta dans eden suların sesiyle kendilerinde geçmiş sırtlarını döndükleri dünyadan soyutlanmış gibiydiler. Havuzun hemen yanındaki çocuk parkından neşeli kahkahalar duyuluyordu.

            Kalabalığın arasında dolaşan renkli giyimli biri, elindeki kağıtları yeşillikler arasında gezinenlere dağıtmaya çalışıyordu. İnsanlar çevresinde dolaşan adamdan rahatsızlık duyuyor gibiydiler. Aslına bakarsanız adam da gizli bir rahatsızlığını saklamaya çalışıyordu. Bazen başkalarına da ulaşmak ister gibi davranıp, ters yöne gidiyor karşısından gelenlerden uzaklaşıyordu. Sanki akşamın karanlıklarının parkı işgal etmeye çalıştığı bu saatlerde saklambaç oynanıyordu orta yerde. Adımlarını kocaman kocaman atıp, komik bir şekilde yürümeye çalışıyordu. Sarsak hareketleriyle insanları güldürüyordu. Hareketleri öylesine doğaldı ki palyaçonun gerçekten sarsak ve beceriksiz olduğunu düşünebilirdiniz rahatça. Zaman zaman telaşı yüzünden yana kayan yeşil peruğunun altından beyaz saçları görünüyordu. Çevresinden geçen bazı guruplar palyaçomuzla dalga geçiyorlar, yaşının farkına varınca da laf atıyorlardı. “Kart Palyaço” diyorlardı.  

            Güneş kaybolmuştu. Karanlık hüznünü yerleştiriyordu yer yüzüne ağır ağır. Palyaçomuzda, elindeki kağıtları bitirebilmek için daha hızlı hareket etmeye başlamıştı sanki. Belli ki karanlığa kalmak istemiyordu. Bir sağa, bir sola adımlıyordu. Gelip geçenlerin arasında eline kağıt tutuşturmadığı kimse kalmasın istiyordu. Bu sayede bir kenarda kendisini izlediğini veya izlettirdiğini düşündüğü patronunun da gözüne girmiş olabilecekti. Tam bu esnada arkasında bir ses duydu. Tanıdık bir sesti.

“Arkadaşlar gelin biraz şu palyançoya takılalım” Kendilerine eğlence arayan gençler çevresini sarmaya başlamışlardı. Gurubun lideri havasındaki kumral genç

“Size tanıdık geliyor mu bu soytarı” Diğerleri anlam verememişti bu sözlere. Kumral genç devam etti.

“Üstelik soytarımız kartmış da. Gülüşmeler artmıştı.     

“Ahmet Hoca… Arkadaşlar bu yaşlı palyaço bizim Ahmet hoca” dedi. Bir diğeri

“ Bu meydanda uzun zamandır insanlara soytarılık yapan demek ‘Otorite Ahmet’miş” dedi.

            Uzun zamandır gizli gizli ailesini geçindirebilmek için yapmış olduğu işte yakalanmıştı, ‘Otorite Ahmet’. Bazen düğünlere bazen de doğum günlerine giderdi. Çoğunca ise kalabalık yerlerde tanıtım yapardı. Yakalanmamak için olağan üstü çaba gösterirdi ama bu kere öğrencileri, kendisi onca makyaja ve alacalı bulacalı giysiye ve kocaman papuçlara rağmen tanımışlardı. Umursamaz göründü önce ama yapamadı. Başına gelebilecek en kötü şeyi yaşıyordu. Yüzünün doğal rengini örten beyaz fondöten kaplı yüzü al al olmuştu. Sınıfının en fırlama öğrencilerine yakalanmıştı. Sesin geldiği yönün tersine uzaklaşmaya çalıştı, hiçbir şey olmamış gibi. Adımları kocaman ayakkabısına dolaştı. Dakikalardır fırsat bulup bağlayamadığı bağcıklarına basmış olmalıydı. Önce sendeledi, bedenini taşıyamayan ayakları iyice birbirine dolamıştı. Yere yuvarlandı. Dakikalardır yaptıklarına kuşkuyla bakan kalabalık kahkahalarını koy vermişti. El ilanları, bilmem hangi mağazanın tanıtımını yapan kağıtlar bir yana savruldu başında taşıdığı pösteki bozması yeşil peruk bir yana… Adam bir anda yerin yarılıp kendisinin içine düşmesini istedi, buharlaşıp gökyüzüne akmayı diledi ama hiç biri olmadı. Kahkahalar, gülüşmeler beyninde yakılandı. İnsanları güldürmek başka şeydi, rezil olmak başka. Telaş içinde alelacele toparlandı ve oradan koşarak uzaklaştı.

            Ertesi gün okul müdürünün tüm ısrarlarına rağmen öğretmen Ahmet Bey, atama dilekçesini geri çekmedi. Uzun yıllar süren, şark görevinden sonra gelebildiği Bornova’dan ayrılmaktan başka çaresi yoktu. Hatta İzmir’de bile kalamazdı. Tersine, işlemlerinin hızlanmasını istedi buruk bir sesle. Müdürü, okulunun yaşlı ama çalışkan öğretmenini kaybetmek istemiyordu. Adamın kararlılığı karşısında da yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu şirin ilçede dedikodular çok çabuk yayılıyordu ve okul müdürünün kulağına kadar gelmişti..

     “Olanlar konusunda sen niye üzerine alınıyorsun. Bir öğretmeni ekmek parası için bu hallere düşürenler utansın” dediğindeyse aldığı yanıt belliydi.

   “Beni o halimle gören öğrencilerime karşı bakacak yüzüm yok. Lütfen işlemlerimi hızlandırın” dedi. Arkasından da odada çıktı. Bir daha ne parkta sarsak palyaçoyu gören oldu ne de derslerde Ahmet Hoca’yı…

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın