Vicdan azabı, insanın içinde bir cehennemdir. … Lord Byron
Emekli Kıdemli Polis memuru Emin Bey, doğduğu kasabadan hiç çıkmamıştı. Yani askerliğini saymazsak hiç çıkmamıştı. Yirmidört ay askerliğini jandarma olarak yapmış, ardından babasının yardımıyla ve askerde öğrendiğini iddia ettiği tecrübesiyle Emniyet teşkilatına, yetmişli yılların başında bekçi olarak girmişti. Uzun yıllar bekçi olarak çalışmış ardından polisliğe terfi etmişti. Yetenekleri kısıtlı olsa da amirleriyle iyi geçinen, onların bir dediğini iki etmeye, çalışkan bir memur olmuştu. Ve yıllar sonra emekli olmuş emeklilik parasıyla satın aldığı bu evin yatak odasında, geniş karyolasında yatıyordu. Yattığı yerde tavana bakıyor odayı hafif aydınlatan gece lambasının ışığında düşünüyordu. Koridordan gelen saat sesleri beyninde yankılanıyordu her vuruşta. Ve korkuyordu. Gün boyu yakasını bırakmayan öksürükten korkuyordu. Olabildiğince burnundan nefes alıp ağzından vermeye çalışıyor boğazındaki gıcığın iğrenç bir öksürüğe dönüşmemesine çabalıyordu. Aslında Emin Bey, yıllardır uykudan veya uykusuzluktan dolayı hiç sorun yaşamamıştı. Başını yastığa koyduktan beş dakika sonra horlamaya başladığını söylüyordu kırk yıllık eşi. Öğleyin nereden çıktığı bilinmeyen bir gıcık boğazına yapışmıştı. Doğal sonuç olarak da öksürük tabi. Ilık sular, ıhlamurlar içmiş, eczaneden şurup almış bir türlü kesememişti kendisini rahatsız eden bu illeti.
Koridorda kızının düğün resminin üzerine bir küçük saat yerleştirilmesiyle oluşturulan duvar saati tiktaklarıyla gecenin bu yarısında tüm evi çınlatıyordu. Zaman zaman insanın beynini delen vuruşlara dönüşen bu saat sesi bile unutulmuştu duvarları delecek gibi olan Emin beyin öksürükleriyle. Kahve arkadaşları başlarından geçen doktor maceralarını ve ilaç tavsiyelerini anlatmışlardı tüm bir öğleden sonrasında. Üşütmüşsüzdür demişlerdi, sinüslerden gelen akıntı neden oluyor diyen de olmuştu, bir şeye alerjin vardır diyende. Meslekten arkadaşı reflü nedeniyledir demişti. Sayısız haplar, şuruplar, antibiyotikler önermişlerdi. Emin Bey, arkadaşlarının tıp bilgisine hayret etmişti. Birkaç defa azalmış gibi olsa da yine öksürmeye devam ediyordu. İki aydır yüksek yastıkta yattığından dolayı boynu da ağrıyordu artık tüm bunlara ek olarak.
Gündüzden karısını hayat arkadaşını otobüse bindirmiş İzmir’e göndermişti. Hafta sonu Baldızının kızının düğünü olacaktı ve karısı hem ağlarım hem giderim der gibisinden hafta başından gitmişti İzmir’e. Neymiş düğün hazırlıklarına yardım edecekmiş. O yüzden evde yalnızdı. Öğle yemeğini yeni açılan pidecide yemiş arkadaşlarıyla kahvede vakit geçirdikten okeyde onları üttükten sonra eve dönmüş eşinin hazırladığı fasulyeyi ısıtıp yemişti. Oda pek yenme sayılmazdı hani. Oyun masasında acıktığını hissedince kahvenin köşesindeki tostçudan yediği iştahını kırmıştı. Bu yüzden içi karmakarışıktı ve birkaç kaşık alıp öylece bırakmıştı sofrayı mutfak masasında. Yine de yedikleri fazla gelmiş olmalıydı ki karnı bir hayli şişmişti. Derin bir soluk aldı ve ciğerlerindeki fazla basınç illetini körüklemeye yetti. Bir kere daha karın kaslarına kramp girecek kadar öksürdü. Yattığı yerden hafifçe doğrulup sırtını yatağın arkalığına dayadı. İşte o zaman gördüğü karşısında şoke olmuştu.
Önce tanıyamadı gördüğünü. Odanın ortasında bir gölge, kapının hemen girişinde duruyordu. Belki küçük bir çocuk belki bir cüce karanlığın içerisinde dikilmiş kendisine bakıyordu. Gözlerini yumdu, Uzun zamandır adını anımsamadığı Tanrıyı andı ve İçinden Fatiha suresini okudu, tekrar gözlerini açtı. Oda boştu. Hayal görmüş olmalıydı. Heyecanı boğazını yırtan bir acıyla ve yatak odasında yankılanan bir öksürme sesiyle dışarı vurdu. Gölge bu defa köşeye yüklüğün oraya gitmişti. Bir saniye baktı yasak bir şeye bakar gibi. Sanki tanıdık gibiydi ama bir türlü çıkaramıyordu. Tekrar besmele çekti, başını yorganın altına soktu. Heyecanını bastırarak burnundan soluk alıp ağzından vermeye başladı. Bu sayede boğazına burnundan ılınmış sıcak havanın gitmesini sağlamaya çalışıyordu. Doktoru aynen böyle tavsiye etmişti. Her nefeste biraz daha rahatladığını soluk alıp vermesini düzene sokmaya başladığını düşünüyordu. Birkaç dakika sonrasında yorganın altı alkol ve soğan kokusuyla dolunca kendisi de bu durumdan rahatsız oldu. En sonunda ‘koskoca eski bekçi aylarca yıllarca İlçenin sokaklarını gece yarılarında arşınlamış olan Emin Bey hayalet mi görür’ diyerek kafasını yorgandan dışarı çıkardı. Duvarda duran sarı gece lambasının ışığında gözleri odayı taradı.
Yanılmıştı oda bomboştu ve iyice yorgundu. Hanımını İzmir’e bu kadar erken gönderdiğine pişman oldu. O çok konuşan ve her şeye karışan karısına bu kadar ihtiyacı olduğuna şaşırmıştı. Saat bu kadar ileri olmasaydı belki kendisi de giderdi. Arabası, yenisini alınca oğlunun kendisine verdiği arabası kapının önünde duruyordu. Atlayıp İzmir’e varması bir saatini almazdı. Ama sorun ne mazeretle oraya gideceğiydi. Kendinin bile inanmadığı “Özledim” yalanına kimse inanmazdı. Düşüncelerinin karışıklığında boğazının bir kere daha gıcıklandığını hissetti. Nefesini tutmaya çalıştı ama elden gelmeyen bir şeydi öksürmesi. Ciğerlerindeki hava bir kez daha gıcık bir sesle yankılandı oda içinde. Elini ağzına kapattı.
Afalladı, yüklük yönünde duran cüce tekrar belirmiş yanına bir tane daha eklenmişti hemen ayakucunda. İçinden lanet okudu. Bir kere daha, bir kere daha öksürdü. Aynalı dolabın yanında belirdi bir başkası ve diğerinin koridorda olduğunu anlamıştı kapıya kadar uzanan hareketsiz sayesinde. Bazen nefes almasını güçleştirecek kadar olan kriz geldi bir kez daha; öksürdü… Öksürdü… Her öksürdüğünde bir tane diğerleriyle tıpa tıp aynı cüce beliriyordu odanın her köşesinde. Görünmeyen bir makine fotokopi gibi onları çoğaltıyordu sanki. Dolabın üzerinde pencere pervazında karyolanın kenarında duruyorlardı. Her öksürdüğünde kopyalanmış gibi ortaya çıkıyorlardı. Yorganı başının üzerine çekti bir kere daha Kalbinin durma pahasına dudaklarını kilitledi. Yüreğinin gümbürtüsü tüm dünyayı doldurmuş gibiydi Yatak odasının her yerinde duran sessiz biblo gibi hareketsiz gözlüklü temiz giyimli cücelerin arasından eve yayılıyordu. Öksürük duvardaki saatin sesini de bastırmıştı.
Beş saniye geçti. Başına neler geldiğini hızla düşünüyordu. Öğleyin kahvede otururken bir haber getirmişti arkadaşları. İstasyonun orada taa dipte bir kenarı yıllar önce çökmüş bir hangar vardı. Ticaret odası bu hangarı onarmak bir sergi salonu haline getirmek için harekete geçmişti. Ve o çalışmalar sırasında ki bu sabaha yani Emin Beyin öksürmeye başladığı günün sabaha denk geliyor, o yıllardır kullanılmayan Çevresi tel örgülerle çevrilmiş hangarda kemikler bulunmuştu. On saniye oldu ciğerlerindeki nefes. Bir yandan da kafası işliyordu. Belleği yerine gelmişti sanki. Yıllar öncesini anımsadı. Oğluyla aynı lisede okuyan bir çocuk vardı. Diğerlerinden bir hayli kısa, tıknaz ve akıllı bir çocuktu. Kalın camlı, kalın çerçeveli gözlükleri vardı. Tıpkı… Tıpkı yorganın dışında tüm evi dolduranlar gibi. On beş saniye oldu nefesi hala ciğerlerindeydi, kalbinin gümbürtüsü dayanılmaz bir hal almıştı. Bir gün bir gencin kaybolduğu haberi yayılmıştı çevreye. Bir hayli kısa boylu bir delikanlı bir gece evden çıkmış ve bir daha bulunamamıştı. Ne ölüsü ne de dirisi…
Aklına gelen kelime kendisini ürküttü. “Murat.” “Cüce Murat” diyenlerde vardı “Köse Murat” diyenlerde. Çocuk elini andıran küçük bir elin parmakları işlemeli yorganın kenarlarından tuttu. Alnına değen parmaklar ölüm soğukluğundaydı. Açılmaması için asıldı yorgana. O saniye kafası dank etti. Gündüz haberini aldığı İstasyon hangarında bulunan kemikler yetkililerin tahmin ettikleri gibi bir çocuğa ait değildi. İstasyon Gazinosu garsonu Müslüm’ün oğlu Yerden Bitme” dedikleri Murat’a aitti. Yorgana sıkı sıkı sarıldı. Ama üzerindeki ağırlığın nedeni olan varlık daha güçlü çekiyordu yorganını. Bir saniye daha dedi kendi kendine, her saniye kendi lehime diye düşündü.”Gözünü açtığında bu karabasan sona erecekti. Bir kere daha öksürmeyecekti, ama can havli dedikleri refleks buna izin veremezdi. Ciğerlerindeki hava, dudaklarını birbirine bastırmaya çalışan kuvvetini yenmişti. Dudaklarından öksürük krizi olarak boşaldı ciğerlerindeki kirli hava. Ama o sımsıkı yumdu gözlerini ve yıllar önce olanları anımsadı.
“İzmir’den geç vakitlerde gelen yolcu treni bir kaza yapmıştı. Bilinmeyen bir nesneye çarpmıştı. Kaza yerine gelenler arasında o zamanlar hala gece bekçisi kadrosunda olan Emin Beyde vardı. Koca kara lokomotifin neye çarptığını bulamamışlardı. Bir ara kaza yerinden uzaklaşmış o zamanlar daha iyi durumda olan karanlık dehliz gibi uzanan hangara doğru yürümüştü. Gündüz saatlerinde bile ürkütücü bir derinliğe sahip olan hangardan sesler geliyordu sanki. Olabildiğince sessiz olmaya çalışarak yaklaştı. İçeride iki üç kişi vardı fısıltıyla konuşuyorlardı.
“Bizden kaçmasaydın başına bu gelmezdi dedi biri. Bir diğeri “sadece eğlenecektik ” dedi. Birden bir öksürük sesi duydu. Öksürük sesini sert bir cismin vuruşu izledi ve vuruşun ardından zayıf bir haykırış duyuldu. Ve arkasından kürek sesleri duyulmaya başladı. Ne kadar sessiz olmaya çalışsalar da sesi duyuyordu. Geriye döndü Uzaklarda çalışan kalabalığın ışıklarına baktı. Ne yapacağına karar verememişti. Öksürük sesini bir kere daha duydu ama bu defa derinlerden toprağın altından geliyordu sanki. Kürek sesleri de duyulmaya devam ediyordu. Arkasını döndü amiriyle burun buruna geldi. Ne yapacağını bilemedi.
“Bekçi Emin, olay mahallinden çok uzaktasın, hadi gidelim” dedi. O zaman içeriden gelen sesin kime ait olduğunu bilmişti. Başkomiser Vahit Beyin mahdumuydu. Şimdi o gece neler olduğunu tam olarak anlıyordu. Ertesi sabah yağan yağmurlardan hangarın bir bölümünün çöktüğü söylenmişti. Cüce Murat’ın ne ölüsü ne de dirisi bulunamamıştı.
Gözlerini açtığında kalın çerçeveli kalın camlı gözlüklü bir yüzle karşılaştı. Cüce,
“Beni diri diri gömmelerine izin verdin” dedi soğuk ve iğrenç kokulu bir sesle. Sayısız yüz, sayısız birbirinin kopyası cüce baş ucundaydı.
“Komiserim bir hayvan gömüyorlar dediydi” diyebildi.” Önce bir kahkaha ardından sayısız kahkaha evde yankılandı. Odaları salonları dolduran tüm cüceler kahkaha atıyordu
“Onlar için kendilerine benzemeyen her herkes bir hayvandı zaten” dedi. Adam başına gelenleri anlamıştı ve cezasını da biliyordu. Derin bir nefes aldı. Bu defa içinden öksürmek gelmiyordu. Elini yorganın altından uzattı, hemen sağındaki komodinin çekmecesini açtı. Çekmecenin dibinde beze sarılı ağır bir nesne vardı. Beylik tabancası orada duruyordu her zaman. Bezi açarken evi hiç olmadığı kadar derin bir sessizlik kapladı. Çevresini saran birbirinin tıpatıp kopyası cüceler olacakları biliyor gibi sessizce izliyorlardı adamı. Emniyeti açtı, namluyu az öncesine kadar öksürdüğü ağzına soktu ve…