Uzun süren bir arkadaşlık döneminin ardından evlenmişlerdi. Birliktelikleri üç dört yıldan beridir sürse de evlenme kararı almaları altı ay önce olmuştu. Ferit, bu kararı çok daha önce almıştı da söyleyebilmesi yani evlenme teklifinde bulunması altı ay önce gerçekleşmişti. Meltem de çok önceden beri böyle bir önerinin gelmesini bekliyordu. O yüzden Ferit’in geciken teklifini hemen kabul etmişti.
Biri Turizmci diğeri bankacı olunca ha deyince evlenemiyordu. İkisi de düğün için uygun zamanı beklemiş ancak ekim ayında turizm sezonu bittikten sonra düğünlerini yapabilmişlerdi. İşlerini aksatmadıklarının bir teşekkürü olarak Ferit in patronunun armağanı olan bağ evinde dokuz günlük balayı iznine çıkmışlardı.
Düğünleri alçak gönüllü bir düğün olmuştu, hatta düğün bile sayılmazdı. Yalnızca yakın çevrenin katıldığı bir akşam yemeği ve canlı müzik. Yine de anneler, babalar, kardeşler ve iş arkadaşları, uzun bir masanın etrafında toplanılacak kadar kalabalık konuk demekti. Uzun ve kalabalık masa ise neşeli bir yemeği olmuştu uzun zaman unutulmayacak. Düğünden hemen sonra yola çıkmışlar, kendileri için hazırlanmış, her şeyin eksiksiz olduğunu bildikleri bağ evine gelmişlerdi.
Eski Türk filmlerinde olsa çeşitli adlar alacak bir evde kaldılar bir cumadan öbür pazartesi sabahına kadar. Bağ evi diyebilirdiniz yada av köşkü. Belki de modern çizgiler taşıyan yayla evi demek en doğrusu olacaktı. Koca salon dolusu kitaplığı, zengin bir mutfağı ve içi dolu buzdolabı, birde üst katta geniş bir yatak odası vardı. Belli ki kaldıkları konak yavrusu her an gelebilecek konukları için her şeyiyle hazır tutuluyordu. Şömine, mutfak, kiler her yer tam tekmil emirlerine amadeydi. Bir kusur varsa oda Patron Halim beyin dizaynındaydı. Orası Halim beyin yalnızlık kalesiydi, kafa dinleme köşkü. Yani iletişim sıfırdı, ne bir televizyon nede radyo hiç bir şey yoktu. Yola çıkarken cep telefonlarından da kurtulmaya karar vermişlerdi. Dünyayla tüm bağlantılarını koparacaklar baş başa bir dokuz gün geçireceklerdi. Unutamayacakları dokuz gün geçirmişlerdi de.
O güzel balayının ardından, pazartesi sabahı istemeyerek de olsa yola koyuldular. Dağ yollarından aşağıya Manisa – İzmir yoluna indiler. Çıkarken belki heyecandan belki de karanlıktan yolun ne kadar uzun ve ne kadar kötü olduğunu anlamamışlardı. Bir ara eski nişanlısı on günlük eşi;
“Buralarda bir gölden söz ediyorlardı” dedi. Yükseklerde bir krater gölü vardı. Haritada görünmeyecek kadar küçük ama bir kentin insanlarını hafta sonu çevresinde ağırlayabilecek kadar büyük bir göldü. Ama yol boyunca bir göle rastlamamışlardı. Hatta bir su birikintisine yada akan bir dereye bile görmemişlerdi. Yazdan bu yana yaşanan kuraklık devam ediyordu. Kaldıkları evde ara sırada olsa dışarı çıkmışlar ama öyle fazla uzağa değil. Zaten Balayı uzun doğa gezintileri demek değildi ki… Yol boyunca hep kurumaya başlamış ağaçlar, sararmış otlar görmüşlerdi. Yağmur her şeye hayat veren yağmur yağmayınca ortalık kupkuru kalmıştı.
Döne döne iniyor yolları bitiremiyorlardı. Neşe içinde sohbet ediyor kendileri bekleyen iş arkadaşlarının nasıl karşılayacaklarını konuşuyorlardı. Yolun asfalt değil de toprak olması işlerini daha da zorlaştırıyordu. Kırk beş dakikalık bir inişten sonra asfalta vardılar ve bir oh çektiler. Bundan sonrası kolaydı artık.
Asfalt yolda hızlarını arttırabilmişlerdi. Yol, çukur çukur olmasa daha da hızlı gideceklerdi ama on gün aradan sonra çalışma arkadaşlarıyla konuşmak hoşlarına gidecekti. Aileleriyle telefonda görüşecekler akşamda kendi evlerinde, öz be öz dairelerinde kalacaklardı. Ferit in işyeri Alsancak taydı. Tanınan ve bilinen bir turizm işletmesinde genel müdür yardımcısıydı. Meltemse özel bir bankada memurdu. Para Kredi Bankasının Karşıyaka şubesinde çalışıyordu. Gelecek vadeden, tuttuğunu koparan krediler şefiydi. Bütün işi gücü paraylaydı ama ödemeleri gereken o kadar borçları vardı ki. Kredi kartları, bireysel krediler, sözle elden aldıkları borçlar. Yaşam standartlarını belli bir düzeyde tutmak için gerekliydi bu alışverişler ve borçlanmalar.
Evleri Alaybey’deydi. Kendi işine uzak hatta biraz kaynananın evine yakın olsa da Ferit dert etmemişti bunu. Belki iyi bile olurdu. Karı koca birlikte çalışıyor olunca yemek vesaire sorun olabilirdi. İşin güzel yanıysa, uzun bir arkadaşlık, nişanlılık derken evlerinde ilk defa baş başa bir gece geçireceklerdi. İşte bu nedenlerden dolayı akşamı zor edeceklerdi. Geçen dokuz gün boyunca birbirlerine doyamamışlar, tekrar yalnız kalmak ve birbirlerinin olmak istiyorlardı.
Menemen yakınlarında ekspres yola çıktıklarında ortalığı biraz telaşlı görmüşlerdi. Pazartesi sendromu dedi Meltem. Hafta sonu tatili iyiydi, birde işe dönüş olmasa. Yine de olağan üstü bir şeyler yaşanıyordu sanki. Trafik yoğunluğu her iki yönde de vardı. Normal koşullarda olsa İzmir’e giriş yönü kalabalık, İzmir’den çıkış yolu tenha olurdu. Şimdi hem giriş hem de çıkış yolları kalabalıktı.
Trafik kente yaklaştıkça keşmekeş halini alıyordu. Araçlarını kullanan sürücüler daha asabi davranıyorlardı sanki. Örnek köye varmadan ayrıldı ana yoldan sokak aralarından gider sahil yoluna çıkardı. Oralar biraz daha tenha olurdu bu saatlerde. Önce karısını bankaya bırakır – düşüncesi bile güzeldi, karısı… Eşi… Hayat arkadaşı…- oradan da ana yola dönerdi kendi bürosuna varmak için.
Sokaklar tahmin ettiği gibi boştu. Hatta fazlasıyla boştu. Caddeden küçük sokaktan büyük yollar sağa sola park etmiş araçlarla dolu olurdu. Onca araç yine vardı ama daha az sayıdaydı sanki. Tek tük rastladığı araçlar evlerden eşya yüklemeye çalışıyorlardı. Az önce trafikte rastladığı telaşlı sürücüler yerlerini hızlı hızlı hareket eden kişilere bırakmışlardı. Hatta hızlı hareket etmeyin ötesinde koşuşturuyorlardı. Ferit’in aklına gelen ama söyleyemediği düşünceyi sevgili karısı dillendirdi fısıltıyla.
“Kaçıyorlar” dedi. Sesinde elle tutulacak kıvamda karamsarlık vardı. Evet o gözle bakarsanız insanların bir yerlerden, bir şeylerden kaçtığı kanısına varırdınız. Bir ara aracını durdurup sormayı düşündü. Meltem kendisini vazgeçirdi. “Geç kalıyoruz” diyerek. Haklıydı geç kalıyorlardı. Hatta bir hayli geç kalmışlardı ama bal ayılarının dönüşü olduğu için ses çıkarılmayacağını düşünüyorlardı. Bir kaç yüz metre sonrasında Girne caddesine çıkmışlardı.
Girne caddesi geniş bir caddeydi. Bir ucu Anadolu caddesinde diğer ucu deniz kenarındaydı. Ortada geniş bir bandı olan gidişli gelişli modern bir cadde. Yolun iki yanında kaldırımlar, kocaman vitrinli mağazalar vardı. Ağaçlar ve nokta halindeki çiçek tarhları planlı şehirciliğin en güzel örneklerini oluşturuyordu. Bulvar denmeyi bile hak ediyordu bu özellikleriyle. Bütün o tarhlar, çiçekler, bodur ağaççıklar kurumuştu. Mağazalar kapalıydı. Her sabah dükkanlarını temizleyen, vitrin camlarını silen, parlatan tezgahtarlar yoktu. Görülen tek tük vatandaşlarsa acele acele yürüyorlardı yalnızca.
Caddeye çıktıklarında yaşadıkları ve anlamlandıramadıkları durumlara bir yenisi eklendi. Koku, havada iğrenç bir koku vardı. Deniz kokusunu andırıyordu ama çürümüşlük hakim bir deniz kokusu. Üstelik sahile yaklaştıkları her metrede koku artıyordu. Çevrelerine bakınca bulundukları noktadan ileri denize doğru gitmeye çalışan yoktu. Hızlarını azalttılar. Genç karı koca aralarında konuşmaz olmuştu. Bir yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar, bir yandan da iyimser olmaya çalışıyorlardı. Arada bir, bir saniye de olsa göz göze gelmeleri, birbirlerini anlamaları için yeterliydi. Yüreklerini korku dolu bir merak sarmıştı.
Camlarını kapatsalar da duydukları iğrenç koku içeri giriyor, burunlarındaki hücrelerden tüm vücutlarını sarıyordu. Bir yandan da ileriye denize bakmaya çalışıyorlardı. Girne caddesini dikey keserek ikiye bölen demiryolunu geçtiler. İşte yolun tam burasında tatlı bir mavilik gözlerini okşaması gerekiyordu. Güzel havalarda gördükleri beyaz yunus anıtlarının gerisinde duran mavilik olmalıydı. Göremediler, açık gökyüzünün ışıltısını yansıtan o hoş renk yoktu. İçlerini umutsuzluk kapladı. İyice yaklaştılar sahile. Tekerleğin her dönüşüyle biraz daha yaklaştılar… Yaklaştılar, ama göremediler. Çaresizce taşıtlarını sürdüler.
Sahil yolunun yakınında kenara çekti arabayı Ferit. Önlerinde geçmeleri gereken bir ana cadde vardı. Büyülenmiş gibi el ele, geçip giden taşıtlara aldırmadan geçtiler caddeyi. Gördükleri
manzara karşısında aptallaşmışlardı. Ağaçları kurumuş, otları sararmış geniş parkı geçtiler. Denizle aralarındaki son noktada, yarım duvarın üzerine çöker gibi oturdular.
Genç evliler gördüğü manzara karşısında ne yapacağını bilemez durumda kalmıştı. Koca bir boşluk vardı mavi ve serin suların olması gerektiği yerde. Rüzgarla çırpınan deniz yoktu, esen rüzgarla birlikte yüzlerine gelmesi gereken tuzlu damlacıklar yoktu. Yerinde, karşıya İzmir e kadar uzanan bir kara boşluk vardı. Bir kaç yüz metre hafif eğimle akan çamurlu bir kumsal ve ardında derin ve karanlık bir çukur ova vardı. Yüzlerini batıya Ege denizine çevirdiler. Gözlerinin uzandığı her yer kapkaraydı. Burunlarını okşayacak tatlı iyot kokusunun yerini çürümeye başlamış yosunların balıkların kokusu sarmıştı.
Nasıl olmuştu da bu koca kütle ortadan kaybolmuştu. Genç evliler birbirlerine sarıldılar umutsuzca. O hep söylenen ama bir türlü ciddiye alınmayan felaket senaryolarından biri gerçekleşmiş olmalıydı. Gezegenlerine yaşam sağlayan su çekilmişti. Doğa ana kendilerine bahşettiği suyu, denizleri geri çekmişti sanki. Susuz kupkuru bir dünya önlerinde uzanıyordu. Yaşam beşikleri olan dünyaları için verebilecekleri son bir iki damlada gözlerinin pınarlarında belirdi. Dünya asla eski dünya olmayacaktı artık.