Yerden hafif gelen ışığın ancak attığı adımları görmesini sağladığı dar uzun koridorda yürüyordu. Yaklaşık elli metre yürüdükten sonra onlarca defa çıktığı basamaklar karşısındaydı. Her adımda Tanrının adını anarak on iki basamak saydı, huzur kulesine vardı. Burası dört metre çapında kabaca daireyi andıran bir odacıktı. Geniş pencereye yakın olan koltuğa oturdu. Cebinden hep yanında taşıdığı tespihi çıkardı. Tanrının adlarını anarak çekmeye başladı. Bazen bakışları gecenin tüm haşmetini yansıtan gökyüzüne kayıyordu. O zaman daha içten bir övgü geliyordu Yüce Yaratıcıya.
Manastırın merkezinde koca salonda bir gurup keşiş toplanmıştı. Diğerlerinden daha yaşlıca olan; “Mateus kardeş, hala bir haber yok mu” dedi. Köşede oturan sarışın genç cevap verdi.
“Daha yarım saat olmadı çevreyi tarayalı. Gelen, yaklaşan hiç bir nesne, kargo yok.”
“Peki, Merkez cevap veriyor mu?”
“Biz düzenli olarak mesajlarımızı gönderiyoruz”
“Biliyorum, biliyorum ama ne yaparsın sizleri, bu Manastırı düşünmek zorundayım.” Az önce konuşan başrahibin yanındaki adam gözlüklerini çıkardı.
“Endişelenmeyin Birader, Merkez yoğun olabilir, Tanrıya inancımız tam. Beklediğimiz paket gelecektir.”
“Yapmaları gereken iş belli hem de zor değil. Madem bizi buraya gönderdiler. O zaman ihtiyacımızı da aksatmayacaklardır.”
“Sözlerinizde bir sitem seziyorum üstat” Söz salonun köşesinden gelmişti, kimin söylediğini biliyordu, cevap verme gereği bile duymadı. Başını kucağındaki kitaba eğdi.
Hakkı vardı. Her ay maaş öder gibi bir kargo göndereceklerdi. Önceleri düzenli yapılan bu iş zamanla savsaklanmaya başlamıştı. Gözden uzak olanlar gönülden de uzak olur hesabı sanki kendilerini unutmuşlardı. Adam salonda duran adamlara tek tek baktı. Eski tarz döşenmiş salonda kimi ellerinde tespihleri dua ediyorlar kimileri de iki duvarı kaplayan raflardan aldıkları kitapları okumaya devam ediyorlardı.
“Birader Esmael, kitabında hangi aşamaya geldin.” Soruyu yönelttiği adam kafasını okuduğu kalın ciltli kitaptan kaldırdı.
“Hind Vedalarını okumaya devam ediyorum ve hala bir işaret yok” On yılı aşmıştı bu ücra yere geleli. On iki kişiydiler ve sürekli belli başlı dinlere ait kitapları okumaya devam ediyorlardı. Azizlerinin söylediği Yabancı’larla ilgili bir işaret arıyorlardı. Başrahip, bu yüzden dindarlıklarından kuşku duymadığı arkadaşlarının morallerini yüksek tutmalıydı.
“Rab’dan ümit kesilmez. Bizimle bağlantı kuracaklar o melekler. Bizler, onları fazla yormamak için buraya gönderildik. Onlar bunu biliyorlar, biz hazır olduğumuzda bizimle bağlantı kuracaklardır. Üstümüze düşen vazifeyi yapalım yeter” O anda mutfaktan gelen ayak sesleri içini ferahlattı. İkindi kahvaltısı zamanı gelmiş olmalıydı.
“John Kardeş, hay ayağına sağlık” dedi kurtarıcısına. Aklından ne kadar yiyeceklerinin daha önemlisi ne kadar temiz sularının kaldığını sormak geçti aklından. Vazgeçti. Bir ara kendi gidip kontrol ederdi. Uzatılan çayından kocaman bir yudum aldı. Dudaklarından şükür cümleleri döküldü.
Simon, nöbetinin sonlarına yaklaşmıştı ama uykusu iyice artmıştı. Geldiğinden beridir kendisini rahatsız eden soluk mavi ışık manastırın her yerinde etkiliydi ama burada gözlem odasında daha da baskındı. Nöbetinin bitmesine az kalmıştı. Koltuğundan kalktı, gerindi. Uykusunu dağıtacak birkaç alıştırmadan sonra küçük odada dolanmaya başladı. Bütün duvarı kaplayan pencereye yanaştı. Daha iyi görebilmek için kalın camlara dayadı yüzünü. Olmayacağını biliyordu ama uzaklarda parıldayan ışıklara baktı. Burada Tanrının haşmeti daha çok belli oluyordu. Geldikleri yeri görmeye çalıştı ama nafile olduğunu biliyordu. Bu noktadan Kendilerine hayat veren Güneşi bile görmesi mümkün değildi. Görüş açısını uzağa çevrildiğinde gökyüzü çok daha iyi görünüyordu. İşte o zaman aşina olmadığı parlak ışığı gördü.
Heyecanlanmıştı. Manastırın konumunu anımsamaya çalıştı, ışık merkezden değil dışarıdan geliyordu sanki. Pencereye dayanmış masanın çekmecesine elini attı dürbünü almak için. Ama ışık o kadar hızlı yaklaşıyordu ki dürbünün merceklerini gözlerine yapıştırdığında küçük bir kuyruklu yıldız olabileceğini anlamıştı. Sayısız defa uzaktan izledikleri meteorlara benzemiyor doğrudan üzerlerine geliyor gibiydi. Bir an çanı çalıp çalmama arasında tereddüt yaşadı. Elini tavanda asılı olan çanın ipine attığında büyük bir çarpma iyi yere yıkıldı. Çanın sesi bütün binada yankılanmıştı.
Aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu, yavaş hareketlerle yerinden kıvranırken içeriye en yakın arkadaşı Andre geldi. “Birader, neler oluyor” cevabı veremeden diğer arkadaşları da içeriye doluştu.
“Neler olduğunu anlayamadım uzaktan yaklaşan farklı bir ışık gördüğümde elimi dürbüne atamadan çarpma oldu.” Bir yandan da kolunu tutuyordu. Arkadaşları yardım etti, yerinden doğruldu, koltuğa oturdu. Tıbbi bilgisi olan James yaklaştı. Masum yüzlü, beyaz tenli topluca adamı muayene etti.
“Kırık çıkık yok, iyileşecek ”
Manastırı yöneten iki kişiden biri, diğerlerinden daha yaşlı Thomas, çevreyi dikkatle incelemeye çalıştı. Görünen bir hasar yoktu. Bu da manastırları korunmuş demekti.
“Arkadaşlar sanırım gökyüzünden düşen bir ateş olmalı. Ve memnuniyet vericidir ki bize isabet etmedi. Yüce Tanrı bizi korudu.” Merdivenin girişinde duran arkadaşlarından birine seslendi.
“Andrea, istersen bahçeyi de bir kontrol et.” Adam koşar adım gözcü odasından çıktı. Uzun koridoru ve salonu geçti. Karşı yöndeki dehlizlerden birine girdi. Dakikalar sonra geniş bir boşluğa çıktı. Heyecandan ve koşmuş olduğundan nefes nefese kalmıştı. Burası kabaca bir basketbol sahası büyüklüğünde bir mağaraydı ve kendisi sıkça gelirdi. Burada hem kendi ihtiyaçlarını karşılayacak tarım üretimini yapıyorlar hem de uygun bitkiler geliştirmeye çalışıyorlardı. Mağaranın tavanı kubbe şeklinde örülmüş, parçalı camlarla örtülmüştü. Genç adam kafasını kaldırıp yukarı baktığında hiçbir hasarın olmadığını gördü. İçerideki merdivenin üzerine çıktı ve eğimli kenardan dışarıya bakmaya çalıştı. Evet, sarsıntıya sebep olan nesne yüz metre kadar ilerideydi ve üzerinden dumanlar çıkmaya devam ediyordu. Geldiği yöne tekrar koşmaya başladı.
İki kişi zorlukla getirmişlerdi manastırlarının az ötesine düşen nesneyi. O kıyafetlerle dışarı çıkmak ve buz kütlesi olduğunu anladıkları kocaman nesneyi içeri almak yormuştu kendilerini. Bir yandan da iyi olmuştu. Yiyecek sıkıntısı başlamasın diye tayınlarını yarıya indirmişlerdi. Buz kütlesinin saf su olduğunu anladıklarında sevinmişlerdi. Hiç olmazsa su sıkıntısı çekmeyeceklerdi. Tadında hafif bir burukluk olsa da tarım işlerine bakan Abraham mutlu olmuştu. Asıl şaşkınlıklarını ertesi gün yaşayacaklardı.
Sabah erkenden bahçeye giren Abraham buz kütlesinin sarnıçta eridiğini görmüştü. Sarnıcın ağzına kadar dolduğunu görünce yüzünde güller açılmıştı. Bitkileri için ışık yetersiz olsa da suları bollanmıştı. Önce lahanalarını kontrol etti. Kocaman yaprakları ile iki sıra lahana gözüne hoş gözüktü. Hemen yanındaki patatesler yemyeşildi. Ekinler daha çıkmamıştı ama az bir zaman kaldığını biliyordu. İşler iyi gidiyordu yine de kendi kendilerine yeter duruma gelememişlerdi. Hala dışarıdan gelecek yiyecek desteğine ihtiyaçları vardı. Dudaklarında mutlu bir ilahi varken çapasını aldı. Bir yandan İlahi söylüyor diğer yandan çapa yaparken o sesi duydu veya duyduğunu zannetti. Sanki bir çocuk gülüyordu. Kafasını salladı, beyni kendisine oyun oynuyordu. Çok uzun zaman olmuştu diğer insanlardan uzaklaşalı. Bir kere daha aynı gülüşü duyunca arkasını döndü. Bahçenin köşesinde güzel bir kız duruyordu. Üstelik anasından doğduğu gibiydi çırılçıplaktı. Bir an afalladı, ne yapması gerektiğini bilemedi. Üzerindeki gömleği çıkardı, kızı sardı sarmaladı. Tüm mahcubiyetine rağmen içinin hoş olduğunu hissetti. Ardından bilgi vermek için salona koştu.
Manastırın bunca yıllık tarihinde ilk defa yaşanan bir olaydı, bir konukları vardı, bu ücra noktada nereden geldiğini nasıl geldiğini anlamamışlardı. Yapılan toplantıda dışarıdan buz kütlesini getiren Philip
“Devasa buz kütlesinin içinden gelmiş olmalı” dedi. Haklı olabileceğini düşünen diğer on bir kişi kafalarını sallamakla yetindiler. Akıllarına ilk gelen bu kişinin bir melek olabileceği, tanrının kendilerini denediğiydi. Yoksa buz kütlesinin içinden bir insan, üstelik bir kadın nasıl gelebilirdi ki.
Salonun hemen yanındaki masa, sandalyeler dolmuştu. Gözcü kulesi bile boş kalmıştı, herkes yemekteydi. Destek gelmediği için yarım tayınlar devam ediyordu. Üstad Peter, akşam duasını bu yüzden uzun tutmuştu. Üç gün geçmişti ve durumun ciddiyetini anlatan mesajlar ivedi olarak gönderilmişti. Önündeki tabağa kaşığını batıran biraderlerden biri memnun olmadığını tabağı öfke ile itmesinden belli etmişti. Thomas,
“Biraz daha sabır kardeşim” dedi sakin bir tonda
“Ne sabrı be üstad. Ben bu oyundan sıkılmaya başladım. Burada, Tanrının unuttuğu bu yerde ölüp gideceğiz, kimsenin haberi olmayacak” Birkaç kişiden gelen mırıldanmalar gerginliğin ileri derecede olduğunu belli ediyordu.
“En iyi yiyeceklerin Peter Üstadın odasında olduğunu biliyoruz.” Bu defa konuşan Jude’du. Onun odasından bakınca işler iyi gidiyor, bize gelince sade suya talim” Kaşığıyla tabağında yemekle oynuyordu. Masanın başında oturan yaşlı adam öfke ile yumruğunu masaya vurdu.
“İftira, odamda duruyor hepsi. Ben de sizin yediklerinizi yiyorum, sizin içtiklerinizi içiyorum” Ortam iyice gerilmişti. Mutfak işlerine bakan birader John
“Büyük üstat, o zaman o yiyecekleri, jambonları, kavurmaları ait olduğu yere mutfağa getirin” dedi. Sesindeki alaycılık açıkça belli oluyordu.
“Bunu hakaret kabul ediyorum. Gelin bakın bana neyi ne kadar teslim ettiyseniz aynen duruyor” Ayağa kalktı. Kardeş John’un yanına gidip hadi der gibi omzuna dokundu. İki adam odadan çıktılar. Birkaç dakika sonrasında içeri girdiklerinde “Aman Tanrım bu nasıl olabilir” diyordu Başrahip Peter.
“Ben demiştim. Dolapta hiçbir şey kalmamış. Küçük kırıntılar bile silinip süpürülmüş.”
“Yüce tanrı adına yemin ederim ki ben elimi sürmedim. Onlar bana emanetti, günü geldiğinde çıkaracaktım” dedi. O zamana kadar hiç konuşmayan Abraham
“Efendi Thomas maşallahınız var. Yanaklarınız al al, yüzünüzden kan damlıyor. Bu sağlığı neye borçlusunuz” Yaşlı adam elini istem dışı yüzüne dokundurdu.
“Abraham, bu ağır bir suçlama, adını taşıdığınız Peygamberden utanmalısınız.” Onlar tartışırlarken içeriye birkaç gün önce aralarına katılan yabancı girdi. Sessizce bir kenara oturdu. Olaylar hızla gelişti. Koca adamlar bir anda birbirlerine girdi. Dur yapma diyen birkaç kişi vardı ama onları da dinleyen yoktu. Öyle böyle bir kavga değildi bu. Uzun yıllar birikmiş olan öfke dışarı vuruyordu. Birden bir ıslık sesi salonda yankılandı. Keşişler, sese döndüğünde kenarda iri yarı ve hiç görmedikleri biri ya da bir şey duruyordu. Uzun boyu gri bir teni vardı. Kocaman kafası ile çirkin bir varlık olduğu belliydi. Akıllarına hemen kız geldi. Kendilerini soyutlamaya çalıştıkları görmezden geldikleri kız.
“Siz” dedi öfkeli bir ses tonuyla. “Siz insanlar buralara gelmeye layık değilsiniz. O küçük dünyanızdan çıkmamalı bu kadar uzaklara gelmemeliydiniz. Üstelik sizler kendi türünüzün arasında insan olmaya, hayvanlığın içgüdülerini yenmeye en yakın olanlarsınız. İnancınızla kendinizi terbiye ettiğinizi düşünüyorsunuz. Buna rağmen içinizde en aklı başında olanınız” bakışlarını diğerlerinden daha yaşlı Başrahibe döndürmüştü “Kendisine sığınan, zayıf birine tecavüze yeltendi” Petrus, itiraz etmek istedi “Yalan söylüyor, iftira atıyor” dedi ama sesi o kadar cılız, o kadar zayıftı ki sonunda işi tövbeye vardırdı.
“Lanetlenen İblise uydum, Yüce İsa beni affetsin” Ayıplayanlar olduğunu görünce
“Sizler kendinizin daha iyi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz. Geceleri kapımın önünde sürekli ayak sesleri duymuyor muyum sanıyordunuz. ” Başlar, bakışlar öne eğildi. Yabancı sözlerine devam ediyordu.
“Diğerlerine aldırış etmeden sadece kendini düşünenler var. Bu nedenle buralardan gitmek zorundasınız.” Ortalık biraz sakinleşmişti ama kendi kendilerine verdikleri zarar kolay hallolacak gibi değildi.
“Sizleri, üçüncü gezegenin zeka sahibi varlıklarını uzun zamandır izliyoruz. Teknolojik gelişmeleriniz güzel. Atomu parçaladınız, pek çok hastalığa çareler buldunuz, ait olduğunuz dünyanın çekim gücünü aşmayı bildiniz. Uydunuza, yakın gezegenlere koloniler kurdunuz ama hala sorunlarınızı çözmekten uzaksınız. Dayanışmayı öğrenemediniz, hala birbirinizi öldürüyorsunuz, hala bencilsiniz. O zaman biraz daha pişmeye kendinizi geliştirmeye ve İnsan dediğiniz ırka layık olmaya ihtiyacınız var. Bu nedenle sizlerin buraya bir daha gelmemeniz lazım. Birazdan inancınızın gereği yapılacak ve Tanrılarınıza kavuşacaksınız.
Bu sözlerden sonra ortalık yalvarma sesleriyle doldu. Kimi yabancıya şeytan diyordu kimi de Yaratıcının elçisi Yüce Melek. Varlık, sözlerini bitirdikten sonra yerinden doğruldu. Uzun adımlarla salonu geçti. Kendisini koridora oradan da dış kapıya çıkaracak eşikte durdu. İçlerinden en genci olan Simon, adamın karşısına çıktı. “Bizim türümüz için hiç mi ümit yok” dedi. Bir an yabancıyla göz göze geldiler. “Metin olmalısınız ve daha insan olmaya gayret etmelisiniz.”
“Bizlere hiç olmazsa dua edecek, tövbe edecek kadar zaman ver.” Yaratık yanında duran insana baktı. Öyle masum bakışları vardı ki bir an hata yapıyor olabileceği aklına geldi.
“Bu hapı al, işini kolaylaştırır.” Adam yabancının etkisi altındaydı ve minik hapı ağzına attı.
“Hadi, sen gözlem kulesine git” Kapıyı açtı. Ayak sesleri koridorda yankılanırken diğerleri salonun köşesindeki mihraba yönelmişlerdi. Başrahip
“Tövbe edin kardeşlerim az sonra Tanrımızın huzuruna çıkacağız” diyordu. Önlerine geçmiş ve ellerini birleştirip duaya başlamıştı. Simon, gözlem kulesine çıkmış önlerinde gecelerini aydınlatan mavi gezegene bakıyordu. Göz kapaklarının ağırlaştığını hissetti. Ellerini dua için kavuşturduğunda derin bir uykunun içine düşmüştü.
Devriye gemisi “Yıldırım” insanoğlunun geliştirdiği en hızlı gemilerden biriydi. Beş kişilik mürettebatın biri sordu.
“Kaptan, Neptün’ün sınırına yaklaştık. Bu kadar uzakta ne işimiz var?
“ Yıllar önce Prometeus’un üzerinden kurulmuş bir yerleşim var. Bir gurup dini fanatik kendi kolonilerini kurmuşlar. Manastır dedikleri bu yerde kah kendi imkanlarınla kah dışarıdan gelen destekle var olmaya çalışıyorlarmış. İşte bu on iki kişiden uzun zamandır haber alınamıyormuş. Onu kontrol edeceğiz.” Geminin iletişim subayı uzakta parıldayan mavi yeşil gezegeni göstererek
“Proteus’u görebiliyorum. Ne işleri varmış o kayanın üzerinde”
“İçine girebilecekleri bir oyuk bulduklarını duymuştum. Dedim ya kendilerini Tanrıya daha yakın hissetmek için buralara gelmişler. Bizimkilerde bir şey diyememişler. Biliyorsunuz ana fikir ‘insan tohumunu ulaşabilecek her yere ekmek” Bu tür gönüllülere izin veriliyor.” Teknik sorumlu diğerlerine baktı
“Benim geldiğim topraklarda yüzyıllar önce yaşamış bir bilge şöyle demiş; Ya tutarsa” Kumral delikanlı diğerlerinin bir şey anlamadığını biliyordu ama yine de içinden geldi kahkahayı bastı. Birkaç saniye sonra komutan
“İletişim kurmayı dene” dediğinden iletişim subayı
“Deniyorum ama hiç yanıt alamıyorum. Manastırda ölüm sessizliği var sanki” Yüzünde hafif bir gülümseme oldu ama kaptanının bakışlarıyla o gülümseme dondu.
“İniş hazırlıklarına başlayın…”